Haklarınızın ihlâl edildiğini düşündüğünüz hiç oldu mu? Yolda yürürken, alış-veriş yaparken, metroda/dolmuşta/otobüste, cami ziyareti yaptığınızda, bankada, herhangi bir kamu kurumunda, iş görüşmesine gittiğinizde, bir pastaneye çay içmek için oturduğunuzda, hastanede doktorunuzu görmeye gittiğinizde, okulda, hatta kendi yaşadığınız evde vesaire vesaire. Olmuştur. Belki de farketmediniz böyle bir durum yaşadığınızı, ya da o durumu hak ihlâli olarak görmek aklınızdan geçmedi. Çünkü “İnsan Hakları” dendiğinde aklınıza gelen hep büyük başlıklar. Afganistan’da veya Pakistan’da yüzüne asit dökülen kadınlar, Hindistan’da köle gibi çalıştırılan çocuklar, Uzak Doğu ülkelerinden kaçırılıp başka ülkelerde satılan genç kızlar, organlarını almak için öldürülen çocuklar, savaş bölgelerinde yaşanan zulümler gibi... Ancak konunun incelikleri çok başka. Açıkçası, insan hakları ihlâlinin büyüğü küçüğü yok. İhlâl, ihlâldir ve suçtur, ya da suç olmalıdır. Üstelik herkes temel insan haklarının ne olduğunu küçük yaştan itibaren öğrenmeli ve herhangi bir ihlâl ile karşılaştığında bunu fark etmelidir.
“Temel insan hakları nelerdir?” sorusuna verilen cevaba baktığımızda karşımıza çıkan gerçek de çok da karmaşık olmayan günlük insanî ihtiyaçlardır aslında: Bütün insanlar özgür doğarlar; sağlıklı yaşamak, inancını seçmek ve can güvenliği tehdidi hissetmemek herkesin hakkıdır, hiç kimse köleleştirilemez, herkes yasa önünde eşittir, hiç kimseye işkence yapılamaz gibi... Bu çağın insanı artık insan haklarının ne olduğuna çok da yabancı değil. Ancak bilmek ve anlamak, hatta kabul edip uygulamak birbirlerinden çok farklı eylemler. İnsan haklarının ne olduğunu bilmek onların anlaşıldığı anlamına gelmez, hatta bütün olarak kabul edildiği ve günlük hayatta eksiksiz uygulandığı gibi bir sonuca varmak hiç de mümkün değildir.Şimdi, “bu kadar basit olan insanî ihtiyaçları bilmek, anlamak, hatta kabul edip uygulamak neden zor olsun?” diye soran çıkabilir. Evet, buradan bakınca da kolay görünüyor, ancak işin aslı hiç de öyle değil. Birazcık yüzeyden kazıp dibe doğru inmeye başladığımızda durum daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin; çocuk evlilikler, engelli aile bireyine uygulanan şiddet, çocuk işçiler, okula gönderilmeyen kız çocukları, aile içi şiddet ve işkence, rızası dışında evlendirilen genç kızlar, intihara zorlanan kadınlar, kötü şartlar altında yaşamaya zorlanan yaşlılar, sağlık hizmetinden yararlanması engellenen kadınlar, bakımsız bırakılan çocuklar, öldürülen anneler ve daha birçok yaşanan iç karartıcı olay hep bu basit insanî ihtiyaçları bilmemekten, anlamamaktan, kabul etmemekten ve uygulamamaktan ileri geliyor.
Kişi hayat üzerinde ilerlerken edindiği bilgi, yetişme şartları/ahlâkı ve eğitim seviyesine göre davranır. Farkında olsa da, olmasa da aldığı kararlarda içinde bulunduğu ve bütün hücrelerine kadar işlemiş olan kültürün etkisi vardır. Hatta büyük çoğunlukla günlük hayatta kültür, dinin önüne geçer ve kişi olaylara kültürü temel alarak bakar. Oysa kültür ve din aynı kavramlar değil. Kültür dinden etkilenir, ancak din kültürden etkilenmez. Kültür zaman içinde esner, gevşer, genişler, daralır, değişir, uzar, kısalır; fakat din bütün bunlardan berîdir. “Din de değişiyor” diyenlere kısaca şöyle cevap vermek mümkündür: Değişen dinin özellikleri değil, onun birey tarafından yorumlanışıdır.
Kültürün değişip gelişmesi normaldir; çünkü kültür, insan elinden çıkma bir olgudur. Tarih içinde nesilden nesile bilginin, görgü ve geleneğin, tutum ve davranışın, yaşam tarzının aktarılmasıyla oluşur. Yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Yanlışlık varsa düzeltilmeli, çünkü düzeltilebilir; sırf atalar öyle yaptığı için körü körüne uygulanmamalı, çünkü sorgulanabilir. Oysa din, insan yapımı değildir. Külliyen insan içindir, ama ilâhî kaynaklıdır. Nesilden nesile aktarılır, ancak bu aktarım sırasında aslolanda bir değişiklik söz konusu olmaz. Örneğin; namaz vakitleri, abdest almanın namazın ön şartı olması, orucun mâhiyeti, kıblenin yönü değişmez. Kimse kalkıp “abdestsiz namaz kılınır” diyemez. Ya da “bundan böyle kıble şu yönde olsun” diyemez. Veya “su içmek orucu bozmaz” diyemez. Eğer dinin uygulanışında bir yanlışlık görülürse, o yanlışlık dinde değil, dinin kişi tarafından yanlış anlaşılıp yorumlanmasındadır.
Kısaca, kültür de din de kişi için önemlidir, olmalıdır da. Ancak ikisi arasındaki fark iyi belirlenmeli ki günlük hayatta karşılaşılan sorunlara doğru çözümler, sorulara da doğru cevaplar bulunabilsin. Aksi takdirde, sorunu çözmek şöyle dursun, o sorunu içinden çıkılamaz hâle getirmek çok olası. Kültür, pek çok unsurdan meydana gelmesi ve değişime olan eğilimi göz önüne alındığında tam olarak tanımının yapılması oldukça zor bir kavram olarak karşımıza çıkar. Sürekli hareket hâlindedir. Canlıdır. Renklidir. Güçlü, dirençli ve serttir. Kuralları vardır ve bu kuralların uygulanması konusunda bireylere yaptırım uygular. Bütün bunlara ek olarak, insanın olduğu her yerde mutlaka kültür de vardır. Onun varlığını inkâr etmek, onu yok saymaz; çünkü kültürsüzlük de aslında bir kültürdür. Bunu ister bohemlik olarak adlandırın, ister postmodernizm olarak görün ya da Carpe Diem şeklinde şık bir isimle süsleyin; sonuç aynıdır.
Çatışma yerine hoşgörüyü tercih etmenin her zaman için iyi sonuçları beslediği bir gerçek. Günümüz dünyası çok kültürlülüğü önümüze sererken aslında hepimizin sadece insan olduğu gerçeğini vurgulamaya çalışıyor. “Mutual understanding” olarak kısaca belirtebileceğimiz durum anahtar sözcük burada. Karşıdakinin duygu, düşünce ve davranışına saygı göstermek! Böylece çatışmaya düşmek yerine, ortak paydalarda buluşma fırsatı yakalamak mümkün. Bir diğer ifadeyle; ne kadar anlaşılmak istiyorsak, o kadar anlamaya çalışmak!