Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı, sadece bir askeri zafer değil; aynı zamanda bir ulusun yeniden doğuşunun, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesinin simgesidir. Bu zorlu mücadelenin ardından imzalanan Lozan Antlaşması, Türk milletinin uluslararası alanda tanınan bağımsız bir ulus-devlet olarak kabul edilmesini sağlayan dönüm noktalarından biridir. Atatürk’ün "siyasi bir zafer" olarak nitelendirdiği bu antlaşma, bugün sahip olduğumuz vatan topraklarının, sınırlarımızın ve egemenliğimizin temel belgesidir. Ancak ne yazık ki bugün, bu tarihsel önemin yeterince idrak edilemediğine üzülerek tanıklık ediyoruz.
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, Osmanlı’nın son döneminde imzalanan Sevr Antlaşması’nın tüm maddelerini geçersiz kılmış, Türk milletinin bağımsızlık iradesiyle şekillenen yeni bir devletin kuruluşunu tescillemiştir. Bu tarihi başarı, Atatürk’ün güvenini kazanan ve "Milli Şef" unvanını layıkıyla taşıyan İsmet İnönü’nün önderliğinde yürütülen diplomatik başarıyla kazanılmıştır. İnönü’nün antlaşmayı imzalarken kullandığı ve Atatürk tarafından kendisine hediye edilen altın dolmakalem, yalnızca bir yazı aracı değil; bir mirasın, bir onurun ve bağımsızlığın simgesi olmuştur.
Geçtiğimiz günlerde gazeteci-yazar Yılmaz Özdil’in gündeme taşıdığı üzere, bu kalemin muhafaza edildiği İstanbul Üniversitesi yönetimi tarafından yeterince korunamaması, toplum olarak tarihimize ve milli mirasımıza gösterdiğimiz ilgisizliği acı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tür semboller, yalnızca tarihî nesneler değildir; ulusal hafızayı canlı tutan, geleceğe ışık tutan kıymetli miraslardır. Yine aynı şekilde antlaşmanın imzalandığı masa cumhurbaskanin Abdullah Gül 'e hediye edildiği zaman depoya konulmuş ve sonralarında basın yoluyla yapılan baskılarla 1. Meclis binasında vatandaşlarin izleyip görebilmesi sağlanmıştır.
Bugün ne yazık ki bazı kesimlerin tarihe karşı duyarsızlığı, köklerinden bihaber bir anlayışı beslemekte. Tarih sadece geçmişin tozlu sayfalarında kalmış olayların toplamı değildir; yaşanmışlıkların, bedel ödenmiş kazanımların ve bu kazanımların nasıl elde edildiğinin anlaşılmasıyla mümkün olan bir bilinçtir. Atatürk’ün "Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun idare cumhuriyet idaresidir" sözü, bu bilinçle şekillenmiş bir gelecek vizyonunun ifadesidir.
Ancak tarihine sahip çıkmayan, onun değerlerini küçümseyen ya da anlamayan bireyler; aynı hataları tekrar etmeye mahkûm olur. Lozan’a gereken değeri vermeyen bir neslin, bugünkü hak ve özgürlüklerinin nasıl elde edildiğini idrak etmesi mümkün değildir.
Türk milletinin asırlık sözlü kültürü, tarih boyunca edindiği deneyimlerin damıtılmış birer yansıması olan atasözleriyle doludur. “Tarihini bilmeyen, geleceğe yön veremez” sözü bir klişe değil; toplumsal bir gerçeğin ifadesidir. Geçmişine kör bakanlar, geleceği karanlıkta aramak zorunda kalır.
Eğer bir toplum, kendisine ait olan değerleri, sembolleri ve kazanımları koruyamazsa, tarihsel belleğini yitirir. Bu belleğin yitimi ise sadece geçmişin unutulmasıyla kalmaz; ortak bir aidiyet duygusunun zedelenmesine, toplumsal kimliğin silikleşmesine ve en nihayetinde bir milletin çözülmesine kadar giden bir süreci başlatır.
Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçimi değil; geçmişin üzerine inşa edilmiş, gelecek nesillere emanet edilmiş bir ülküdür. Lozan Antlaşması gibi tarihî kilometre taşlarının değerini anlamak, onları sadece yıldönümlerinde hatırlamakla değil; günlük yaşamda da koruyup sahiplenmekle mümkündür. İsmet İnönü’nün altın kalemi sadece bir müze objesi değil, tarihimize olan saygımızın turnusolüdür.
Tarihimize sahip çıkmak, sadece devlet kurumlarının değil; her bireyin görevidir. Unutmamalıyız ki, geçmişini unutan milletler, başkalarının tarihi içinde kaybolmaya mahkûmdur. Bizler; şehitlerimizin kanıyla yazılmış bu tarihin mirasçıları olarak, at gözlükleriyle değil, geniş bir tarih bilinciyle geleceğe bakmalı; Cumhuriyetimize ve kazanımlarına sahip çıkmalıyız.
SON SÖZ: Sorumluluk hepimize aittir....