10044.
bilmemek kötü
bilmek kadar
…
10045.
Bosnalı Meşa Selimoviç, partizan ve bir subay olan erkek kardeşinin 1944 yılında işlemediği bir suçtan dolayı kurşuna dizilerek öldürülmesinin ardından yazdığı Derviş ve Ölüm’ü 1966’da yayımladı. Mezarının nerede olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi. Böylece, ailesiyle beraber uğrunda mücadele verdiği devrimin kurbanı oldu. Yazar, hokka ile kalemi ve yazmakta olan şeyleri tanıklığa çağırarak başlıyor. Bir dervişin gözünden bir devrin hikâyesidir Derviş ve Ölüm ve ölümün insan yaşamındaki yerini sorgular. Konusu, edebî literatürde sıkça işlenen “ölüm” teması olsa da yazarın konuyu ele alış biçimi özgün. Böylece, bir devrin sosyolojik ve psikolojik analizinin de aynı mahkemede yapıldığı görülüyor. Selimoviç’in yaşamıyla, duygu ve düşünce dünyasıyla paralellik gösteren bu romanda sanık da, yargıç da, tanık da aynı kişi. Derviş, önce kardeşinin ölüm acısını yaşıyor, sonra da kendi içindeki iyi insanın ölümüne şahit oluyor. Bakın küçük iki cümlenin içine neler sığdırmış Selimoviç: “Gerçek şu ki, büyük bir zorbadır insan. Gerçeğe en uzak kalanlar ise zorbalardır.” (s.167)
10046.
Yüz Yıllık Yalnızlık, raflarda yerini aldığı günden beri pek çok yazarın esin kaynağı oldu. Toni Morrison, Salman Rushdie ve Junot Díaz bu yazarlardan birkaçı. Meksika kökenli deneme yazarı Ilan Stavans’a göre, Yüz Yıllık Yalnızlık sadece Latin Amerika edebiyatını değil, edebiyatın kendisini yeniden tanımlayan bir eser. Böylece hacimli kitabıyla Güney Amerika’nın yetiştirdiği yazarlar listesine giren Gabriel García Márquez bir dünya yazarı olarak da kayda geçti. Aslen Kolombiyalı olan yazar, yazın hayatına gazeteci olarak başladı. İşin ilginç tarafı ne yazarın, ne de yayıncının Yüz Yıllık Yalnızlık’tan ümidi vardı. Alfred Knopf’un da dediği gibi, yayınlandığı gün birçok romanın öldüğünü onlar da iyi biliyordu. Ancak kimi okura kötücül ve kasvetli gelen roman, beklenmedik bir şekilde 45 milyondan fazla sattı. Belki bunun nedeni yazarın farklı bir zaman anlayışı sunmasıdır. Çünkü Márquez, romanda sadece lineer ilerleyen bir zaman vurgusu yapmaz, hiç bitmeyen alternatif bir zaman anlayışını da sunar. “En iyi kurguyu yerleştirdiğim uzun ve karmaşık bir roman” diye tanımladığı eserinden işte bir alıntı: “Yaşam, sandığınız kadar uzun değil.” (s.390)
10047.
Tanzimat Dönemi’nde, edebiyat terimleri konusunda iki görüş ortaya çıkmıştı. Eski edebiyat anlayışının bir devamı niteliğinde olan edebiyat terimlerini, belagatin içinde kabul edip Arapçadan yola çıkanlar ve Fransız edebiyatı merkezli terimleştirme çalışmaları yapanlar. Muallim Naci’nin bu iki görüşü yansıtan eserlerin dışında kalan Edebiyat Terimleri Sözlüğü “Istılâhât-ı Edebiyye” bir mektebin takipçisi olma arayışında değil ve terkip iddiası da taşımıyor. Sadece döneminin edebiyat meseleleri üzerine yoğunlaşarak iki akımdan da farklı kalmayı başarmış. Amacı, edebiyatın bütün gerekli konularını ve edipler arasında terim olarak kullanılan kelime ve tamlamaları bir araya getirmek. Bakın aruzu Türkçeye ustalıkla uygulayan Muallim Naci ne diyor: “Belâgat bir sıfattır ki onunla mahiyetleri muhtelif iki şeyi vasıflandırır: Kelâm ve mütekellim.”
10048.
Kuzey Amerika’ya zorla götürüldüklerinde, her şeyleri yanında eğitim alma hakları da gasp edilen Amerikalı siyahiler, İngilizce’yi ancak kulaktan dolma öğrenebildiler. Ve bu öğrendikleri yeni dili nesilden nesile aktararak bugüne kadar getirdiler. Böylece ortaya bir “siyah aksan” (black accent or African-American Vernacular or Ebonics) çıktı. Çoğu Amerikalı beyazlar bugün bile onların İngilizce’sini anlamakta zorlanıyor ve konuştukları dili ilkel buluyor. Bu yüzden Baldwin’in sorusu manidar: “Siyahilerin İngilizcesi bir dil değilse, bana söyleyin o zaman, nedir?” Siyahi nüfus, artık istedikleri okullarda eğitim alma hakkına sahip olsa da bu aksanı koruyor. Tıpkı “Bedevi Arapçası” gibi… Yemen’de karşılaştığım bu Arapça tamamıyla yeni bir dil olarak kulağıma çarpmıştı. Bu yüzden belki de, Amerikalı siyahilerin aksan farkını karşılaştığım zaman yadırgamadım. Bunun nedenleri tarihin içinde yatıyor çünkü. Frederick Douglass, 1838’de kölelikten kaçtı ve 1847’de The North Star (Kuzey Yıldızı) siyahi gazetesini çıkarmaya başladı. Sonra da okurlarına, “Okumayı öğrendikten sonra, sonsuza dek özgür olacaksınız” dedi. John Russell’ın “Konuşan Ruh” kitabından bir alıntı: “Dil, sadece bir dildir…” (s.199)
10049.
Orhan Okay, “poetika” kelimesini bizde ilk kullananın Necip Fazıl olduğunu söyler. Kavram ve muhteva olarak da poetikada öncü odur. Poetika’sını da şiiri bir teşrih masasına yatırmak için yazmıştır. Yani kendi şiiri bahis konusu değildir. Dolayısıyla yazarın, şairin edebî türler hakkındaki teorik fikirleri ile eseri, şiiri arasında tam bir uyum olması gerekmez, hatta çok defa yoktur da. Biri; aklının, mantığının, bilgisinin ürünüdür. Diğeri; duygularının, muhayyilesinin, dili kullanma gücünün… Her romancının roman teorisi olmadığı gibi, her şairin poetikasının olmadığını da unutmamak gerekir. Okay, uzun yılların birikimini “Poetika Dersleri”nde bir araya getirdi. Türk Edebiyatı’nda bu sahada yayımlanmış ilk eser. Ona göre, “Poetika, bugünkü kullanılışıyla bizzat şiir sanatı da değil, şiir sanatı üzerine teoriler demektir. Mesela, Abdülhak Hamid’in şiir sanatından bahsedilebilir, fakat onun bu manada bir poetikası yoktur.”
10050.
Türk Dil Kurumu tarafından dilimize eklenen bazı yeni kelimeler:
- ajanda – andaç
- aspiratör – emmeç
- diş taşı – kefeki
10051.
“Bilim Kurgu” okumayı tercih ettiğim bir gerçek. Onlar “geleceğin öyküleri.” Bizden ileride yaşıyorlar ve okuru zamanın ötesine taşıyorlar. Düş gücünün varabileceği en uç nokta sanırım. Yine sevgili Şirâzem’in vesilesiyle okuduğum Kurt Vonnegut, Bilim Kurgu’yu bir araç olarak gördü: “Kameraları uzaya çıkarıp dünyada neler olup bittiğini oradan gözlemliyorum” dedi. Bir çocuğun sesiyle yazdığını söyledi. Alman kökenli bir Amerikalıydı ve kaderin ördüğü ayrıntılara bakın ki İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi’lere karşı savaşırken esir düştü. Dresden’e gönderildi. Yaşadıkları bundan da ibaret değildi üstelik. Her yerde karşısına çıkan nedense hep “ölüm” oldu ve her şeyi eserlerine kendi bildiği şekilde aktardı: Otomatik Piyano, Titan’ın Sirenleri, Kedi Beşiği, Mezbaha No: 5, Gece Ana, Şampiyonların Kahvaltısı, Galapagos ve daha fazlası... Hepsinde kendisine özgü o mizahî anlatımı yakalamak mümkün. “Harrison Bergeron” isimli distopik öyküsüne, “Yıl 2081’di ve nihayet herkes eşitti” cümlesiyle başladı ve hümanizme bakışını böylece ortaya koydu: “Hep istenen, ama bir türlü elde edilemeyen!” Kedi Beşiği’nden bir alıntı: “Güzelim dünya, seni kurtarabilirdik, ama öyle kahrolası adi ve tembeldik ki.”
10052.
İmparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecini yaşamış olan Halide Edip Adıvar, benim için “Sinekli Bakkal” ile özdeşlemiş durumda. Rabia’nın yaşadıklarına yabancı olmayışımdan kaynaklanıyordur belki de bu. Hayat içinde yüzleştikleri, iç ve dış çatışmalar, geleneksel ortamın türlü yönlerinin bıraktığı izler ve bir çıkış arayışı var bu romanda. Yazar, II. Abdülhamit döneminin İstanbul’unda, Türk toplumunun panoramik bir tablosunu çizer oysa. Ancak, kimileri için bir devrin yaşam biçimini ve öyküsünü ele alarak geçmişe ışık tutsa da aslında aynı tablo bugünün toplumunda hâlen yerini koruyor. Kader Abdolah’ın Camideki Ev’i İran’dan ve Isabel Allende’in Ruhlar Evi Şili’den benzer bir tavırla olanları kayda geçirir. Bana göre, “Sinekli Bakkal” da onlarla aynı ritimde yazılmış bir eser. “Din,” “kültür” ve “inançlar” baskın bir rol oynar insanların tutumlarında ve içten içe eski ile yeni arasındaki mücadele sürgit devam eder. Sinekli Bakkal’dan bir alıntı: “O kadar yıl sabrettin. Biraz daha sabret.” (s.398)
10053.
Suriye’nin uğradığı barbarca yıkımı düşünürken şu günlerde, o toprakların yetiştirdiği bir yazar olan Rafik Schami’nin de 1971’de siyasi baskılara dayanamayarak Almanya’ya kaçmak zorunda kaldığını hatırlıyorum. Belki de bu yüzden, neredeyse bütün yazdığı öyküler ve romanlar memleketi Şam’da geçiyor. Onun çok masalsı bir anlatımı var. “Gece Masalcısı” tam anlamıyla 1001 Gece Masalları tadında. Okudukça içine çekiliyor ve orada kalmak istiyorum. Kahramanları her sokakta, her köyde karşılaşılabilecek insanlardan oluşuyor çünkü, ama hepsinin değişik bir cazibesi var. Onlar arasında kendimi görürsem şaşırmayacağımı düşünüyorum. Rafik Schami sanki sesli anlatıyor yazarken, cümleleri onun sesini duyurabilecek kadar güçlü. “İnsan, başka bir dünyaya götürmek için anlatır” diyor bu yüzden. Sözsüz bir özgürlükten bahsedilemeyeceği için “söz” onun için kıymetli. Bu sebeple, Gece Masalcısı’nda bakın ne demiş: “Kelimeler görünmez hazinedir; senden çalarlarsa kıymetini anlarsın.” (s.128)
10054.
Jeanne DuPrau, 50’li ve 60’lı yıllarda, dünyanın sonunun geldiği korkusunun tavan yaptığı “soğuk savaş” döneminin Amerika’sında büyüdü. İnsanlar bomba barınakları inşa ediyor, uzun ömürlü yiyecekler stokluyordu ve DuPrau da çevresindeki herkes gibi sonunda insan ırkının yeryüzünden silineceğini düşünüyordu. Ember serisi işte bu korkunun ürünüdür ve yeraltında başlayan cezbedici bir bilim kurgudur. DuPrau, serinin ilk kitabını yazarken çok zorlandığını söylüyor. Kitabı kerelerce revize etti, çünkü bir türlü son şeklini aldığı konusunda emin olamadı. Onu yazarken, kitabın bir seri olabileceği aklından hiç geçmemişti. Ancak kitap basılır basılmaz büyük ilgi görünce okur sonrasını merak etti. İyi ki de yazmış, büyük ihtimalle ben de merak ederdim. Böylece dört kitaplık seri ortaya çıktı. Sihirli Şehir’den bir alıntı: “Endişe etmek bir israftır. İnançlı ol ve kontrol edemeyeceğin veya değiştiremeyeceğin şeyler hakkında endişelenme.”
10055.
Derslerini yürüyerek veren Aristoteles, günün bir bölümünde kendi öğrencilerine, bir başka bölümünde de halktan kişilere ders verirmiş. Diyalog biçiminde ve kolay anlaşılır bir dili olan halka verdiği dersleri el yazısı ile çoğaltılıp satılırmış. İşte “Poetika” bu şekilde meydana gelen metinlerden biri olup, sanat kuramını anlatan ilk eser. Aynı zamanda, Poetika, Aristoteles’in hocası Platon’un etkisinden kurtulmasının da bir simgesi. Şiiri, tüm edebiyat türlerini kapsayacak biçimde ele almış ve edebiyatın temelinde, olayları ve eylemleri “taklit etme” amacının yattığını söylemiş. Çünkü doğada var olan sesler müzikle, fiziksel dünya resim ve heykelle, yaşam ise trajedi ve komediyle taklit edilir. Ona göre; aksiyon, yer ve zaman bütünlüğü dramada çok önemlidir. O günden bugüne kadar yazılmış yüzlerce poetika örneği olduğunu da unutmamalı. Aristoteles’in Poetika’sından bir alıntı: “Yalnız olan, kendi başına bırakılmalıdır.” (s.87)
10056.
sabahın körü olmasaydı
kesin görürdüm
…