Günün birinde bir e-mail aldım, Türkiye’de sinema okuyan bir genç öğrenciden mealen şöyle yazıyordu: ”Bahar Hocam ben sinema ve yönetmenlik okuyorum, bir belgesel film hazırladım Avrupa da uluslararası festivallerde birinci oldu ama hiçbir yerde gösterme fırsatı bulamadım, sizi tanımıyorum, arkadaşlarım yalnız bilimle değil, öğrencilerin hayalleri ile de ilgili olan bir hoca olduğunuzdan söz etti, filmimi gösterebilme şansımı yaratabilmek ve bu arada sizinle de tanışabilmek için ne yapmam gerektiğini bilemedim, sizin bu konuda bir yardımınız olur mu?
E-maile yanıt vermedim.
Daha doğrusu ne yanıt vereceğimi bilemedim.
Yanıt vermeyebilirdim, moda böyle, yanıt vereceksem de birkaç olasılık vardı “arkadaşım hiç bilmediğim bir konu, üstelik o camiaya ait değilim, hadi size iyi günler” mi demek lazım? Yoksa “çok gurur duydum, aferin, sen bana yine yaz bir araştıralım bakalım” demek te mümkündü, veya “bir bakayım sana döneceğim” diyebilirdim....
Hiç birini demedim, diyemedim, o gece sabaha dek uyuyamadım.
Çünkü genç olmanın, çaresiz kalmanın, heveslerin, enerjinin, bir ürün yaratmanın heyecanını paylaşmanın, hayal kırıklığının ne olduğunu en iyi bilenlerdendim.
Ertesi sabah asistanımı görür görmez “Yale School of Drama da tanıdığın kimse var mı? diye sordum, bu bölüm imkânı bol olan, Hollywood ve Oscar star fabrikası gibi, “kardeşim okuyor orada neden sordunuz” demez mi. Şahane !!! böyle böyle bir durum var, soralım ona bakalım n’olcak? Hala e-maili yanıtlamamıştım, huyum kurusun elimde sağlam bir kanıt olmadan ne umut ne umutsuzluk vermek istemem, sanırım hekimlikten kalma bir alışkanlıkla.
Yanıt geldi “Sayın Uslu destek verdiğiniz film için gün ve salon ayarlayabiliriz ayrıntıları istiyoruz” diye...Aman! bu çok mükemmel! Hemen yanıt verdim yönetmen adayı öğrencimin e-mailine, “Çok çabuk bana filminizin konu detaylarını atin, flyer hazırlamamız lazım, çok az zamanımız var hatta belki ulaşım giderlerinizi, tanıtım planlamalarınızı yapabiliriz” dedim. Bir sevinç.. bir sevinç.. koyulduk işe, her saat başı bir e-mail filmin müziklerinden tutun, vize işlemleri, sponsor bağlantılar, afişin düzenlenmesi, davetiyelerin basımı falan, sevinçle vakit ayırıyorum....
ŞOK !!!!! Yale den bir haber ”Sayın Uslu siz bu film için Ortadoğu ülkeleri departmanından (Middle Eastern Studies) izin aldınız mi?” “Pardon? Nereden çıktı Ortadoğu ülkesi izni? Biz Ortadoğu ülkesi değiliz ki? Şakamısınız? Falan yanıtlar geçiyor aklımdan ama yurtdışında ülkeniz söz konusu olduğunda ağzınızdan çıkacak her cümle ölçülü olsun derdine düşüyorsunuz, temkinli oluyorsunuz ülkenize laf gelmesin anlamında, “Bu konuda size Türkiye Cumhuriyetinin kategorisi ile ilgili bir uyarı yada bilgi, belge mi geldi, bu bir Avrupa filmi, Avrupa film yarışması birincisi” Türkiye bir Avrupa ülkesi” diyebildim. “Öyleyse yakında Iran film festivali var o kapsama alalım, hem seyirci sorununuz olmaz” denmesin mi? Bu film gençlerin müzikle rehabilitasyonunu anlatan Beyoğlu caz kulüplerindeki röportajların olduğu bir belgesel o kadar da modern bir film. “Hayır kabul etmiyorum, siz lütfen özel bir gün, salon ve saat ayırın” dedim. Sponsor olan bir Türk restoranı aperatif büfesi hazırladı, vize işlemleri için çok geç kalmıştık, ama salonu hazırladık, konuklar geldi, öğrenciler gece yarısı okullarının film stüdyosundan canlı yayın yaptı mükemmel kıyafetleri ve İngilizceleri ile, buluştular, kaynaştılar, yedik içtik, moderator kimdi? bilin bakalım, bu görev de bana kaldı, gazetelerde okuyan annem “kızım filmciliğe mi başladın” demez mi?
Bir komplo teorisi duyardım “Türkiye Cumhuriyetinin varlığından rahatsız olanlar, bizi ne kültür, ne coğrafya olarak hiç ilgimiz olmadığı halde Ortadoğu ateşinin içine atmak istiyorlar, Arapların kapitalist zihniyete hizmet etmesini sağlayan, Endonezya Malezya gibi ümmetçilik şablonu altında kullanılan ülkelerle ayni kefeye koymak isteyen gizli bir düşman var, ülkemizde kurdukları üniversitelere bile Middle Eastern adını takmışlar diye.
Bu gizli el belki gerçekten var, belki de bizim direncimizle yıkılacak bir yanlış algı, eğer ben kabul edip onların önerisini uygulasaydım, yıllarca ayni yanlış örneği göstererek devam edecekler, yanlış algıya hizmet etmiş olacaktım.
Eğer insan sağlığı ile ilgiliyseniz onun hayalleri, mutluluğu da sağlığıdır, ve sizi çok ilgilendirir, tıpkı her iyileştirdiğim hastanın gözlerindeki mutluluktan sonra derin nefes almak gibi, tıpkı yıllardır çocuk sahibi olamamış çiftlerin yüzlerinin aydınlanmasını görmek gibi. Hekimlik kavramının içinin boşaltıldığı günlerde her PhD yapanın DR kimliğinin altında kendine yer aramasının, her mesleğin kapısında “uzman” yazmasının, hekimlerin bir memur kimliğinde görülmek istenmesinin ve buna zorlanmasının, “sağlıkçılar” kavramıyla hekimlik kavramını silikleştirme çabalarının ardında bir sorun var. Hekim ülkemizde önder olmuş, fikir liderliği yapmış, çaresiz günlerimizde ışık olmuş, yönetilenden çok yöneten olmuş mesaisi olmayan bir meslek. Farkındalığı ve şefkatimizi yayarak koruyacağız mesleğimizi. Öyleyse şöyle diyebiliriz “hekimliğin her nerede olursanız olun insan mutluluğu söz konusuysa sınırı yoktur”.
Referanslar:
2- https://macmillan.yale.edu/…/film-screening-anarchic-harmony