Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçükken kalın bir zincirle kazığa bağlarlarmış.
Tabii, yavru filin bu zinciri koparabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün olmazmış. Küçük fil, önceleri bundan kurtulmak için defalarca tüm gücüyle uğraşırmış, fakat kazığa bağlı zincirden bir türlü kurtulamazmış.
Yıllar geçip fil devasa bir büyüklüğe eriştiğinde bile, fil zincirden kurtulma imkanı varken herhangi bir girişimde bulunmazmış.
Çünkü fil artık zincirden kurtulamayacağına inanmıştır.
Oysa kırılamayan şey zincir değil, filin zinciri kıramayacağına olan inancıdır.
Fil, öğrenilmiş çaresizlik sendromuna yakalanmıştır.
Peki insanoğlunun fillerden farkı var mı?
Bence çoğumuzun yavru filden pek bir farkı yok gibi.
Bizler, çocukluğumuzdan beri ailemiz, arkadaşlarımız, hocalarımız, sosyal çevremiz tarafından birçok konuda öğrenilmiş çaresizliğe mahkum edilmişiz.
“Yok, olmaz bu iş. Ne yaparsan yap, sonuç hep aynı olacak. Asla çözülmez bu durum. Ben sana söyleyeyim, bizim hangi işimiz düzgün gitti ki bu gitsin.”
Bunlar iç sesimiz mi yoksa çevremizde bu sözleri bize söyleyen birileri mi var?
Çoğumuz, kendimizi hapsettiğimizin farkında bile değiliz.
Ayağımızda kendi ellerimizle vurduğumuz zincirler var.
Bu zincirleri kırmak zor ama imkansız değildir.
Tek yapmamız gereken, zincirlerden kurtulabileceğimize inanmaktır.
İlk başarısızlıkta hemen pes etmemelisiniz.
Tekrar tekrar denemelisiniz.
Göreceksiniz, o zincirleri kıracaksınız.
Belki yarın, belki yarından da önce.
Yeter ki inancınızı yitirmeyin.
İnanmak, başarmanın yarısıdır.