Kutuplaşmaya Devam mı?
Ülkemizin en derin yaralarından biri olan kutuplaşma, ne yazık ki uzun bir tarihe dayanıyor. Cumhuriyet tarihinden çok daha önce, toplumumuz çeşitli kimlikler, inançlar ve düşünce biçimleri üzerinden ayrışmaya başlamıştı. Her dönemde insanlar, farklı kimliklere bürünerek kendilerini bir grubun veya düşüncenin savunucusu olarak tanımlamaya yöneldi. Sıkça karşımıza çıkan "Solcu mu, sağcı mı?", “Alevi mi, Sünni mi?”, "Türk mü, Kürt mü?" gibi sorular, sadece günümüz Türkiye'sinde değil, tarihimizin pek çok döneminde insanları belirli kimlik kalıplarına sokmaya çalıştı.
Peki, bu kalıpları kim yaratıyor? Toplumu bu kimliklerle ayrıştıran düşünce nereden geliyor? İnsanlar, neden kendilerini tanımlamak zorunda hissediyor, neden bir kalıba girmek için çabalıyor? Mezhep ayrılıkları, etnik kimlik çatışmaları, ideolojik farklar… Bu ayrışmalar, bir noktadan sonra sıradan bir futbol takımını savunan taraftar gruplarına dönüyor. Tıpkı bir takımın renklerini benimseyen, o renklere bağlılığı bir aidiyet göstergesi haline getiren taraftarlar gibi, insanlar da kendilerini ait hissettikleri kimliği savunmaya, onu bir üstünlük ya da farklılık sembolü olarak görmeye başlıyorlar.
Bugün baktığımızda, bir yanda kendini “aydın” ya da “entelektüel” olarak tanımlayan, seküler bir kimliğe sahip olduğunu düşünen bir kesim var. Ancak bu kesimin bir bölümü, geçmişteki fedakarlıkları ve değerleri unutarak “seküler” kavramını yalnızca modernhttps://www.youtube.com/watch?v=OxIwO8cCtCY hayatla sınırlandırıyor. Cumhuriyet’in temellerini atan dedelerimizin ve ninelerimizin, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda, ayağında çarıkla, karın tokluğuna cephelerde savaşarak bu ülkenin temellerini attığını unutuyoruz. Onların savaşı yalnızca bir toprak mücadelesi değildi; bizlerin özgürce yaşaması, inançlarımızı özgürce ifade edebilmesi ve huzur içinde bir hayat sürebilmemiz içindi.
Öte yandan, bir kısım muhafazakâr kesim de bugün, İslam’ın temel değerlerini kendince yorumlayarak kendini "daha inançlı" bir topluluk gibi sunuyor. Oysa ki, atalarımız ve peygamberler bile insanları mezhep ayrımı yapmaksızın kucaklardı, hoşgörünün en güzel örneklerini sunarlardı. Bizim tarihimizde, mezhep çatışmalarının en düşük olduğu, kardeşliğin ve birlikte yaşama kültürünün yüksek olduğu bir gelenek vardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi, eşi ve kardeşi başörtülüydü; onlar inançlarını gösterişsiz ve sade bir şekilde yaşadılar. Fakat, bugün muhafazakârlığı, dini bir “grup kimliği” olarak görmeye çalışan bazı çevreler, inancın derin anlamını kaçırabiliyor.
Peki, bu kutuplaşma neden? Cumhuriyet'in kazandırdığı demokratik değerler sayesinde bugün kadınlar, seçme ve seçilme hakkına, herkes teknolojiye ve eğitime erişime sahip. Bu ülkenin doğusunda da batısında da aynı inanç özgürlüğü, aynı yasalar geçerli. Toprağımızda binlerce yıl önce peygamberlerin geçtiği, kutsal kabul edilen yerlere ev sahipliği yapan Türkiye’nin mirası bize hoşgörü, adalet ve birlikte yaşama kültürünü hatırlatmalı.
Bugün kutuplaşmayı körükleyen birçok faktör var; bu faktörlerin başında ise bizi bölmek, gelişmemizi engellemek ve iç çatışmalarla meşgul etmek isteyen grupların yarattığı bilinçli algı oyunları geliyor. Sosyal medya, televizyon dizileri, hatta haber kanalları, toplumun farklı kesimlerini birbirine zıt kutuplarda tutmaya çalışıyor. Örneğin, Yeşilçam filmlerinden bu yana, sarık, cübbe, başörtüsü ve sakal gibi geleneksel İslami semboller, kötü, sahtekar veya geri kalmış karakterlerle özdeşleştirildi. Bu görseller bilinçaltımıza yıllarca kazındı ve toplumun bir kısmında, bu sembollerle özdeşleşen insanlara karşı bir önyargı oluştu. Zihinlerimize, inançla bağlı bu sembollerin ‘tehlikeli’ olduğu fikri yerleştirildi.
Öte yandan, seküler yaşam tarzı da aynı medya tarafından abartılı bir şekilde sunuluyor. Dizilerde, filmlerde ve sosyal medya platformlarında sıkça gördüğümüz bir hayat tarzı var; batıya özenen, lüks yaşamlar süren, “özgürlük” adı altında elinde içkisi, üzerinde marka kıyafetleriyle kendini daha ‘aydın’ ya da ‘çağdaş’ olarak tanıtan bir kesim yaratılıyor. Bu içeriklerde, sekülerlik sanki batıya bağlı, sadece zenginlik ve gösterişle ilgili bir yaşam biçimiymiş gibi sunuluyor. Bugün “Kızılcık Şerbeti” gibi diziler, laikliği ve sekülerliği elinde içkiyle veya açık giyinerek özgürce yaşamak gibi dar bir çerçevede gösteriyor. Oysa ki, sekülerlik ve laiklik, inanç özgürlüğünü koruyan, her bireyin özgür iradesine ve değerlerine saygı duyan bir anlayış olarak var edilmiştir.
Bu iki zıt uç, toplumda birbirine karşı yabancılaşmayı, hatta düşmanlaşmayı körüklüyor. Laiklik yalnızca açık giyinmek, İslam ise yalnızca Arap kültürü değil. Toplumun tüm değerlerine saygı gösteren bir anlayışla büyümemizi destekleyen bu kavramlar, yanlış ve abartılı temsillerle toplumsal gerilimlere zemin hazırlıyor. Gerçek aydınlık ve hoşgörü, bu kalıplardan sıyrılıp birbirimizi olduğu gibi kabul etmekten geçiyor.
Kızıl Goncalar dizisi, seküler yaşam tarzı ile radikal İslamcı veya tarikat bağlantılı bir hayatı aynı sahnelerde buluşturan ve ikisini de tüm yönleriyle ele alan nadir yapımlardan biri. Bu dizide, toplumun iki zıt kutbunun birbirine bakış açısı, olumlu ve olumsuz yanlarıyla ekrana yansıtılıyor. Kimi zaman izleyiciye, bu iki kesimin zıt değerlerine rağmen birbirini anlamaya çalıştığını, kimi zaman da yanlış anlaşılmalardan dolayı kopuklukların ve çatışmaların yaşandığını gösteriyor. Kızıl Goncalar, her iki tarafın da haklı ve haksız yanlarını sergileyerek aslında bir ayna tutuyor ve bize şu soruyu sorduruyor: Bu kutuplaşmanın arkasında ne yatıyor?
Bu yazıda bahsettiğim diğer dizi örnekleri veya belirli yaşam tarzı temsilleri herhangi bir reklam amacı taşımamakta; bu dizilere değinme amacım, psikolog olarak sosyal medyadan ve toplumun günlük hayatından yaptığım gözlemleri okuyucularla paylaşmaktır. Toplumda sıklıkla karşılaştığımız seküler ve muhafazakâr yaklaşımlar arasındaki bu ayrışmanın, dizi ve sosyal medya içerikleri üzerinden de ne kadar güçlendiğini görüyorum. Burada bir eleştiri ya da övgü amacı değil, topluma dair psikolojik gözlemlerimi tarafsız bir şekilde aktarma amacı güdüyorum. Kişisel olarak herkesin inancına ve yaşam tarzına saygı duyduğumu, ancak toplumun psikolojisini etkileyen bu tür ayrışmalara dikkat çekmek ve farkındalık oluşturmak için bu yorumları yaptığımı da belirtmek isterim.
Peki, neden hem seküler hem de muhafazakâr olamayalım? İnsanlar neden tek bir kalıba girmek zorunda? Bir kimliği seçmek zorunda değiliz; bu ülkeyi kuranı da, yönetenleri de sevelim. Bize benzemeyenleri de sevelim ki, bize dair farklı olan yanlar da bir anlam kazansın. Unutmayalım ki, insanı insan yapan onun tersidir; bir düşünceyi değerli kılan, ona zıt olan bir fikrin varlığıdır. Sevgi, saygı, anlayış, hoşgörü ve birlikte yaşama, bizi insan yapan değerlerdir. Kendin olmaktan çekinme ve başkalarını da olduğu gibi kabul et.
İnsan olmanın özü, hem kendimizi hem de bizden farklı olanları kabul etmekten geçiyor. Bu dünyada sevgiye ve saygıya yer bırakmadığımızda, aslında kendi değerimizi de yok etmiş oluruz. Herkesin kendine has değerlerini yaşaması ve diğerlerini de bu değerleriyle kabul etmesi, bize hem birey hem de toplum olarak gerçek anlamda büyümeyi getirir.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” — Hz. Muhammed (SAV)
“İnsanı insan yapan en temel erdem, empati kurabilme yetisidir.” — Carl Sagan
- Psikolog Hüseyin Özyavuz