Her vatandaş gibi gazetecilerin de milletvekilliğine yönelmeleri doğal. Geçmişte de Falih Rıfkı Atay’dan Çetin Altan’a, Altan Öymen’den Bülent Ecevit’e kadar gazetecilikten siyasete geçen çok isim oldu, olacak da… Batı’da da örneği var gazetecilerin siyasete geçmelerinin…
Önemli olan bir gazetecinin ya da bir yazarın, mesleğini, siyasi kariyeri için basamak olarak kullanmaması. Fakat bir gazeteci, aday olunca ister istemez o ana kadar yaptığı gazetecilikle ilgili böyle bir kuşku doğuyor. Hele de siyasi partileri izleyen bir gazeteci ise haber ve yazılarını siyasi ikbal planı için kullandı mı; partisi ile önceden de özdeşleşmiş miydi gibi sorular akla geliyor. Bu sorulara yanıt bulmak için o kişinin gazetecilik geçmişine bakmak yeterli.
Ayrıca milletvekili adayı olduktan sonra bile hâlâ gazeteci unvanını kullananlar oluyor, bu doğru değil. Bir partiye üye olup milletvekilliğine adaylığını koyan bir gazeteci, artık çizginin öbür tarafına geçmiş, aktif bir politikacı olmuştur. Partisi ile arasında bir çıkar ilişkisi olduğu ilan edildiğine göre o noktadan itibaren partili kimliğini kullanması gerekir. Hem aktif politikacı hem de bağımsız ve objektif gazeteci rolü bağdaşmaz; arada kan uyuşmazlığı vardır.
Dikkat ettim, AKP ve CHP’den aday olan meslektaşlarımızın çıktıkları TV programlarında hâlâ “gazeteci” yazıyor ekranlarda. Oysa bu meslektaşlarımız artık “Milletvekili aday adayı” ya da partili olarak anılmalı. Tercihlerinin gereğini yapmak, izleyiciyi de yanlış bilgilendirmemek durumunda olduklarını hatırlatıyor, uyarıyorum.
TİP’ten aday olan İrfan Değirmenci’nin ekrana veda edeceğini açıklaması, aday olmalarına rağmen hâlâ “gazeteci” kimliğini ekranlarda, gazetelerde kullanan meslektaşlara örnek olmalı.
Müziksiz yas olmaz
Yedi üyesini depremde kaybeden Antakya Medeniyetler Korosu’nun, Kanal D’deki “Şarkılar Bizi Söyler” programına katılması, son dönemde yayıncılıkta da yerleşen yanlış bir anlayışın dışına çıkılması açısından değerliydi.
Zira 6 Şubat depreminin ardından “Ulusal yas” ilan edildiği andan itibaren müzik susturuldu. Konserler iptal edildi, TV’lerden hiçbir enstrümanın tınısını duyamadık. Sekiz ulusal TV kanalından yayımlanan “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında müzik yoktu. Aynı şekilde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in düzenlediği ve Halk TV’den yayımlanan “Bir kira bir yuva” kampanyasında da müzik sesi duyulmadı. Serhan Asker’in “Görkemli Hatıralar” programında da müzik yerini depremzedelerle söyleşilere bıraktı.
Halbuki müzik ile yas bağdaştırılabilse o kampanyalar, saatler boyu yardım edenlerin isimlerinin okunduğu kupkuru programlar olmazdı. Müzik, üzüntümüzü, hüznümüzü ortaklaşmamızı sağlardı.
Aslında yas zamanlarında müziği susturmak, müziği yaşamdan dışlamak, doğrudan kültürel bilinç ile ilintili. Müzik sosyoloğu Prof.Dr. Ali Ergur, yıllar önce kaleme aldığı bir yazısında “Yas tutmaktaki ikiyüzlü tavır, müzik yasaklama tercihinde belirginleşir. Yas, müziği yasaklamakla veya ‘ağırlaştırmakla’ tutulmaz. Tersine müziği, yaşamın içindeki doğal konumuyla algılayarak olur” görüşünü dile getiriyordu.
Müzik doğal yaşamımızdaki o anki duygularımıza denk düşer. Karsu’nun kaybettiği kuzeni için seslendirdiği “Neredesin sen” adlı türkü, depremde yaşamını yitiren tüm insanlarımıza yakılmış bir ağıda dönüştü. Karsu’nun müthiş çığlığı, ulusça yaşadığımız duygu haline o kupkuru programlardaki acıklı konuşmalardan çok daha denk düşüyordu.
Antakya Medeniyetler Korosu’nun Kanal D’de seslendirdiği türküleri insanlarımız gözyaşları içinde izledi. Program boyunca seslendirilen notalar, yaşadığımız büyük acının dili dışa vurumuydu. Bu program, müziği sadece eğlence aracı olarak görenlerin mahalle baskısına aldırmamak gerektiğinin canlı örneğiydi. Yazgülü Aldoğan’ın dediği gibi, medya “müziğin iyileştirici gücü”nden yararlanmayı ihmal etmemeli.